22 Kasım 2009 Pazar

AŞI MACERALARI

Aşı olmak için ‘Aşı yüzde yüz yan etki yapmaz’ denmesini bekleyenler daha çok bekleyecekler. Böyle bir ‘yüzde yüz’ arayışı içinde olanların, hayatın yan etkileri karşısında ‘yüzde yüz yan etkisiz’ (yüzde yüz risksiz) neler yaptıklarını düşünmeleri fena olmaz.Kimdir bu ‘yüzde yüz yan etkisiz’ tedavi peşinde olanlar?Otomobilde emniyet kemeri takmayan, trafikte kırmızı ışıkta geçenler, arabasının penceresinden aşağı çöp atan, ellerini tuvaletten çıktıktan ya da burnunu sildikten sonra yıkamayanlar, komşu tavsiyesiyle rasgele antibiyotik kullananlar ama doktorlarının reçetesiyle verilen ilaçlarını kullanmaktan korkanlar... Listeyi uzatabiliriz. Bu listedekilerdenseniz ki olmamak pek kolay değil, yazının gerisine bakmayın. Tatsız tuzsuz bir ruh halinde olduğumu varsayarak, başka bir gazeteye zıplamak en iyisi.İşine gelmeyen durumlarda, bir sebeple istemedikleri durumlara destekleyici görüşleri internet köşelerinde arayıp bulanlar, kendi görüşlerini destekleyecek bilgisi kulaktan dolma sorumsuz bir uzman da bulacaklardır. Aşı firmalarına milyarlar kazandıran bir entrika ya da hükümetin halkımızı kobaylaştırması gibi senaryoların doğruluğunu bilmek mümkün değil; konuyla bir ilgisini de kurmak zor.Otoritelere güvensizlik, toplumun içinde olduğu durumlara verdiği tepkilerin akıl ve mantık sınırlarını aşmasını kolaylaştırıyor. Güvenecek kimsesi kalmamış çocukların zıtlaşmacılığı, neye karşı çıktığını bilmeksizin diklenmesini ‘muhalefet’ olarak görmek mümkün değil. Tam tersine, kısa bir süre sonra tam teslimiyet ve kendine güven kaybı ile sonuçlanacak.Korkutucu ve tehlikeli durumlar, bizi, duruma göre, iki yoldan birisine sürükleyebilir.(a) ‘hiçbir şey yapmayalım, yok öyle şey’: özellikle deprem, küresel iklim değişikliği gibi bir şeyler yapmanın mümkün olmadığını düşündüğümüz, ‘bizi aşan’ durumlarda, durumu kontrol edemeyeceğimiz koşullarda, zaten öyle bir şey olmadığını söyleyip, tehlikeyi yok sayarak tam siper yatabiliriz. Bunun en kabul edilir örneği, hem ölümden korkup, hem de bir gün ölüp gideceğimizi bildiğimiz halde, bu ‘en büyük gerçeği’ unutabilmeyi, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı başarabilmemizde, aynı mekanizma sayesindedir. ‘unutma, arka plana atma gibi zihinsel mekanizmalar, hayata asılmamızı, er geç bir gün ölmek gibi kontrol edemeyeceğimiz durumlara takılıp kalmamamızı sağlar.Bu mekanizmamız bozulduğunda, hayatımız üzerindeki kontrolü kaybettiğimiz duygusuna paralel olarak, elimize ne geçerse onu denetlemeye, düzeltmeye ya da kontrol etmeye çalışırız. Bir tür aşırı farkındalık ışığın fazlasının yol açtığı bir göz kamaşmasına benzer şekilde akıl kamaşması doğurabilir.(b) ‘hiçbir şey yapmayalım, yapılabilecek her şey çok tehlikeli’ ruh hali böyle egemenlik kazanır. Yediklerimizdeki kalorileri sayarken, yiyeceklerin etiketlerini didiklerken, doktorun önerdiği ilacı alıp almamayı düşünürken, tehlikeyi abartmakla kalmayız. En azından bir tercihimiz olduğu için, (örneğin aşıya) ‘evet’ ya da ‘hayır’ demekle hayatımızda bir şeyi değiştireceğimize inandığımızdan ötürü, durumu fazlasıyla iyi biçimde kontrol etmeye başlarız.Bu noktada, yüzünüze aynada dikkatlice bakın. Her milimetrekaresini bir büyüteç yardımıyla incelemeye başlayın. Siyah noktalar, kıl diplerindeki iltihaplanmış bölgeler, ergenlikten kalma patlamış sivilce artığı doku bozulmaları gözünüze çarpabilir. Didiklemeye başladığımızda, prospektüs ya da uyarılarla ilgili bilgileri bilgilenmek ve önlem almak için değil de, dehşete kapılmak üzere okuduğumuzda, durumun kontrolünü korkuya kaptırırız. Korku duygusu, (b) mekanizması kanalıyla, kontrol edilebilir ya da bir şey yapılabilir algıladığımız, tercih yapabilir, sorumluluk alabilir gözüktüğümüz durumlarda işi ele alır maddesindeki gibi). Yok, zaten yapacağımız bir şey yok diye düşünüyorsak, durumun gerçek tehlikesini unutturacak (a) mekanizması devreye girer.İki mekanizma da, bir biçimde ‘hiç bir şey yapmayalım’ davranışını tetikler. Karşısına aslan çıkan kuzunun dehşetten adeta donakaldığı, ne kaçabildiği, ne savaşabildiği an ortaya çıkar. Buz keser her tarafımız. Aşı korkusu, aşı tatili vaadiyle biraz gerileyip, dünyevi bir endişeye dönüşünce, herkesin birden yön değiştirip aşı kuyruklarına yığılması biraz da, buzların erimesine bağlı.Konuyla pek ilgisi olmadığı halde, konunun uzmanı olarak cümle âleme kendini tanıtmış bir öğretim üyesi/doktor, geçen gece katıldığı televizyon programında zaten kendisine ait olmayan İngilizce bir yazıyı olduğu gibi tercüme edip altına imzasını atarak internette dolaştırdığı mesajından gözümüzün önünde çark edince, H1N1’e de, aşısına da ‘bravo’ dedim.Meseleyi biraz hafifletmeyi deneyeceğim; ABD’deki doktorlar arası bir yazışma grubunda aşılardan önce yakınıp kötüleyenlerin, sonra da telaşa düşüp aşılanmaya karar verenlerin bu sefer de aşı niye az diyenlere ithaf edilmiş espriye bakalım. İki kadın otelin lokantasında konuşuyorlar: ‘yemekler çok iğrenç, lezzetsiz’, ‘Evet, kesinlikle. Üstelik porsiyonlar küçücük, bir şey yiyemiyoruz’.Karar versek, kararımızın da sorumluluğunu alsak... İnanın, çok rahat edeceğiz sorumluluk almak, bir tavır takınmaktan öte tavrımızın sonuçlarını göğüslemek.... Çoğu durumda insana zor gelebilir. Ama söz konusu olan çocuklar ve sağlık. Bildiğinizi okumadan önce iyice düşünmek iyi olur. Yankı Yazgan / Birgün / 22 kasım 2009

8 Kasım 2009 Pazar

aşı: bir bağımlılık öyküsü

Domuz gribi hastalığı üzerine yapılan tartışmalar vesilesiyle, aşı ve aşılanma konuları Türkiye'nin gündemine yeniden taşındı. Kısaca değinmek gerekirse, geçtiğimiz Nisan ayı sonlarında Meksika da ortaya çıkan enfeksiyon hızla yayılarak son 50 yılın en önemli salgınlarından biri haline geldi. Bu gelişme üzerine, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 11 Haziran 2009'da pandemi (faz 6) alarmı vererek olayın ciddiyeti konusunda tüm dünyayı uyardı. Pandeminin 6 olması, artık her ülkede salgının başlayabileceği anlamına geliyor. Dünya Sağlık Örgütünün de desteği ile araştırmalara hızla başlandı ve H1N1 virusüne karşı aşı çok kısa bir sürede üretilebildi. Risk grubunda olan gruplara aşı tavsiye ediliyor. Bu yazının konusu domuz gribi ve etkileri değil, bugün internetten kisa bir araştırma ile domuz gribine dair tüm bilgilere ulaşmak mümkün, ben konunun ulaşıması zor kısmına değinmek istiyorum. Toplum sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bir konunun Türkiye'de siyasetçiler tarafında ne kadar ciddiyetsiz bir şekilde tartışıldığını ve bu “geyik” düzeyinde tartışmaların gölgesinde kalan bazı gerçeklere işaret etmekte yarar var. Bir Zamanlar Biz de... 1798 yılında İngiltere'de çiçek hastalığına karşı Edward Jenner tarafından yapılan ilk bilimsel aşı uygulamasının Osmanlı İmparatorluğu'nda çok uzun yıllardır uygulandığı ve bu yöntemin dönemin İstanbul İngiliz Büyükelçisinin eşi Lady Montague tarafından İngiltere'ye taşındığı bilinmektedir. Genç Cumhuriyet de Osmanlı'dan aldığı aşı geleneğini sürdürmüş ve 1928 yılıda Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi kurulmuştur. 1931 yılında BCG Aşısı, 1937 yılında kuduz serumu, 1942 yılında tifüs aşısı, 1948 yılında boğmaca aşısı, 1950 yılında influenza aşısı üretilmeye başlanmış ve Türkiye, pek çok aşıyı üretip uygulayan ve tüm bu hastalıklarla mücadele edebilen bir ülke haline gelmiştir. Fakat, neo-liberal politikaların etkisi ile 1990'lı yıllarda süreç tersine dönmüş ve 1996 yılında difteri-boğmaca-tetanoz ve 1998 yılında da BCG aşısı üretiminin durdurulması ile insan hastalıklarına karşı aşı üretimi tamamen sona ermiştir. Geçtiğimiz yıl kuş gribi hastalığı insan sağlığı açısından önemini tekrar ortaya çıkarken, Manisa Tavuk Aşıları Üretim ve Araştırma Enstitüsü ise hükümet tarafından kapatıldı. Bügün... Bügün Türkiye'de insan hastalıklarına karşı hiçbir aşı üretimi yok. Öte yandan sadece 2008 yılında aşı alımı için 207 milyon 460 bin 418 lira harcanırken, 2009 yılı için bütçeden 300 milyon lira aşıya ayrılmış durumda, bu rakama domuz gribi aşısının maliyeti dahil değil. Sağlık Bakanlığı verilerine göre her yıl ortalama 50 milyon doz aşı ithal ediliyor. Rakamların çok net ortaya koyduğu üzere, domuz gribi aşısı üzerinde iktidar ve muhalefet milletvekilleri arasında çevrilen apolitik tartışmaların gölgesinde koskoca bir dışa bağımlılık öyküsü gizleniyor. Türkiye aşı ithalatına ayırdığı birkaç yıllık kaynakla, tüm aşılarını üretebilecek bir tesisi rahatlıkla kurabilir. Sürekli Türkiye'nin büyük bir devlet olduğunu vurgulayan AKP hükümeti ise görev aldığı son 7 yılda bu bağımlılık tablosunu değiştirmek için hiçbir somut adım atmadı. Sağlık Bakanlığı yetkilileri bu dışa bağımlılığı: i) üretimin maliyetinin satın almaktan daha fazla olması, (ii) Türkiye nüfusunun aşı üretimi için yeterli olmaması ve iii) Türkiye'de teknolojik yenilemede geç kalınması ile açıklıyor. Tüm bu gerekçeleri yanlışlayan somut örnek ise Küba, 11 milyon nüfusa sahip Küba, yıllardır süren ekonomik ambargoya rağmen tüm aşılarını kendisi üretiyor ve Afrika'ya da destek oluyor. Brezilya, Arjantin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Tayland, Meksiya ve Güney Kore de kendi aşı üretimini yapan “gelişmekte olan” ülkeler. Öte yandan teknolojik yenilenmenin hükümetin görevi olduğunu ilkokul çoçukları dahi biliyor. İmamın Tebessümü... Politikacılar toplum sağlığını yakından ilgilendiren bu konuyu, ciddiyetle bağdaşmayacak bir şekilde tartışıyor. ANKA'nın yaptığı habere göre görüşülen 100 milletvekilinden 40'ı domuz gribi aşısı yaptırmayı düşünmüyor. Türkiye'de aşı üretilmemesinin ana sorumlularından eski Sağlık Bakanı MHP milletvekili Osman Durmuş aşı olmayacağını basın açıklaması ile deklare etti. Ardından Başbakan, Cumhurbaşkanı, Kültür Bakanı ve de CHP'nin önemli isimleri de “istemezük” kervanına katıldılar. Dolayısı ile vatandaşın kafası iyice karıştı ve haklı olarak “onlar olmayacaksa, ben neden olayım sorusu oluştı. Dünya önemli bir salgınla mücadele ederken, Türkiye hala aşının gerekli ve güvenli olup olmadığını tartışıyor, tüm bu gürültü arasında Türkiye'nin dışa bağımlılığını (Ufuk Uras'ın Başbakana verdiği soru önergesi dışında) kimse dile getirmiyor. Tabipler Odasi ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından güvenli bulunan bu aşıya karşı politikacıların yaklaşımı aklımıza, halkımızın imam-cemaat ilişkisine dair vezis sözünü getiriyor: Imam tebessum ederse, cemaat kahkahadan kirilir… Son olarak en önemli nokta ise aşının, sadece bireysel sağlıkla ilgili bir konu olmaması. Bir koruyucu hekimlik uygulaması olan aşı tüm toplumun sağlığını koruyor. Peki halihazırda yaşanan bu sorumsuz çıkışlardan sonra salgın daha da şiddetlenirse, ve ölümler artarsa o hayatlara karşı da kim sorumluluk hissedecek. Tebessüm ve kahkahalarla geçiştirilebilecek bir durum olmadığı kanısındayız. -Emrah Altındiş

3 Kasım 2009 Salı

eski osmanlıcılık

osmanlı tarihinin zirvesi sayılan kanuni sultan süleyman döneminde iskenderiye şehrinin ileri gelenleri istanbula temsilci gönderirler ve kentin yöneticisi bali beyin kendi hesabına para topladığından yakınırlar. padişah iki bostancısını iskenderiyeye yollar bunlar da bali beyin idam fermanını tebliğ ederler. bali bey hiç direnmeden kellesini bostancılara teslim eder.
bu olay ve birçok benzeri müthiş osmanlı gücünün göstergesi olarak anlatılır yazılır, oysa aynı kanuni döneminde babası yavuz zamanında başlayan celali isyanları anadolu ve rumeliyi kasıp kavurmaktadır. Bir süredir yeni osmanlıcılıktan söz ediliyor. bunun coğrafyamızın siyasal toplumsal ve ekonomik sorunlarının çözümünde en geçerli yol olduğuna inananların sayısı giderek artıyor. o halde eski osmanlı düzeninin ne olduğuna kabaca bakmak ve onun aynasından inşa edilen bir yeni osmanlı düzeninin sorun çözme yeteneğini test etmek gerekir.
osmanlı genişlemesinin temel mantığı yeni osmanlıcıların iddia ettikleri gibi hak dini islamiyeti götürmek hiç değildir. osmanlı fetihleri hanedanın ve merkezin yani istanbulun refahı ve ihtişamı için bütün eyaletlerin olabilecek her şeyine el koymak için yapılmıştır.
osmanlı fethettiği toprakları padişah malı saymakta bunların bir bölümünün vergi gelirlerini sipahi ve bürokratlara tımar olarak vermekte, geri kalanını da padişaha ve hanedana ayırmaktadır. topraklar ne kadar genişlerse asker ve bürokrat o kadar artmaktadır. ancak burada bir hegemonya paradoksu söz konusudur. fetihler ancak teknolojik bir sınıra kadar ilerleyebilirler. burada durmak olanaksızdır, o zaman geri çekilme başlar ve ordu ile bürokrasi küçültülemediği için çöküş süreci devreye girer.
osmanlı fethettiği topraklara adalet getirmemiştir, çünkü üreticilerin geçimliklerini aşan her şeye el koymuştur. devşirme sistemi aracılığıyla balkan toplumlarının çocuklarının bir bölümüne el koyulmuştur. buralara din de götürmemiştir, çünkü herkes fetihten önce hangi dindeyse sonra ve sonuna kadar aynı dinde kalmıştır. hatta gayrımüslümlerin ödedikleri verginin oranı daha yüksek olduğundan islamiyete geçişleri engellenmiştir.
osmanlı kendi coğrafyasında barış da sağlayamamıştır. osmanlı, balkanlar ve anadolu dışındaki topraklara hiç egemen olamamıştır. bütün osmanlı coğrafyasında meydana gelen sayısız ve sürekli ayaklanmalar ve yerel savaşlar osmanlı bastırma gücünün çok üzerindeki bir boyuttadır.
osmanlı uyruklarını sürü olarak görmüş herhangi bir bireysel gelişme olanağı tanımamıştır.
osmanlı başkenti yaklaşık 700 binlik devasa nüfusuyla imparatorluğun tek kentidir. ülkede nüfusu 20 bini geçen başka kent yoktur. osmanlı taşranın bütün işe yarar insanlarını istanbula göç ettirir.
osmanlı tarih içinde yerini şaşırmış antik bir imparatorluktur. yerelliklerin üzerine çekilmiş bir örtüden ibarettir. nitekim her eyalet osmanlıdan ayrıldığı zaman fetih esnasında kaldığı yerden devam etmiştir. osmanlı hoşgörüsü de efsanedir. herkes millet sistemi içinde kendi dinsel cemaatine hapsedilmiştir. herkes etnik aidiyeti içinde aşiretine hapsedilmiştir. bir osmanlı ulusu asla oluşmamış herkes doğumdan içine düştüğü mensubiyetlerin içinde ölmüştür. ramazanda oruç tutmayan müslümanlar kadar dinsel zorunluluklara uymayan diğer din mensupları da cezalandırılmıştır.
küçücük venedikin çanakkale boğazını ablukaya almasını, mısır valisinin konyaya kadar ordusuyla gelmesini isyancıların, haydutların, haramilerin gebzeye kadar dayanmalarını engelleyemeyen osmanlı imparatorluğu tıpkı atası bizans gibi istanbuldan ibarettir, ufku ancak o kadardır. bu modelin bugün coğrafyamızın sorunlarının çözümünde yol alabileceği iddiası abesle iştigaldir.-m ali kılıçbay